AKASYA TARİHÇESİ

Hakkımızda

DÜNDEN BUGÜNE

Akasya gölgesinde yaşayan hikayeler

Her şehrin, her mahallenin, her sokağın bir hafızası vardır. İstanbul gibi yüzlerce medeniyetin izini taşıyan bir şehirde ise bu hafıza, bazen bir taş duvarda, bazen bir çınarın gövdesinde, bazen de bir tostun kokusunda saklanır. Büyükada’nın kalbinde, Akasya adı işte böyle saklı bir hafızanın taşıyıcısı oldu yıllarca. Bir ailenin, bir mahallenin, bir adanın ve hatta İstanbul’un belleğine kazınan nadide mekânlardan biri Akasya. Yalnızca bir kafe, bir bar, bir fırın değil… Bir nesilden diğerine aktarılan, çiçeklerin içinde doğan, müzikle büyüyen, çikolatalı tostu dillere destan olan ve hâlâ yeni hikâyeler yazan yaşayan bir tarih.

 

Bir Bahçeden Bir Hayata

Akasya’nın hikâyesi, 1960’lı yıllarda Rize Ardeşen’den İstanbul’a göç eden Ziya Bey ve ailesiyle başlıyor. Ekmeğini denizden kazanan bir adamın, hayatını adada kurma mücadelesi… Babasının kayığıyla insanları Haliç’in bir yakasından diğerine taşıdığı günlerden, Büyükada’daki Rum Akasya Oteli’nin bahçesine uzanan bir yol. O bahçe ki, o dönemde otelin çamaşırları asılırken Ziya Bey orada çiçek yetiştiriyor. 60’ların sonunda Rum aileler mecburen adalardan göçerken, Akasya Oteli’nin sahipleri bahçeyi Ziya Bey’e emanet ediyor. “Burası bizim gözümüz gibi baktığımız bahçemizdir, senden başkası koruyamaz,” diyerek… Bu emanet, sadece bir toprak parçası değil. Anıları, dostlukları, kahkahaları ve hatta ada tarihinin kırık dökük hatıralarını da içinde taşıyor. Aile, bahçenin kenarındaki iki göz odada yaşıyor uzun yıllar. Ziya Bey’in oğulları Etem, Mehmet ve Cemal Durmuş kardeşler, çocukluklarını bu bahçede geçiriyor. O günlerden, bugüne miras kalan Akasya’nın hikâyesi, işte bu üç kardeşin ortak emeği ve ada sevdasıyla büyüyor.

Etem Durmuş yıllar sonra, “Oğlum buraya bakıp ‘Baba burada mı kalınırmış’ dediğinde, nereden nereye geldiğimizi anladım,” derken, aynı bahçede büyüyen Mehmet ve Cemal de yıllarca birlikte çalıştıkları, fırınını, barını, masalarını beraber kurdukları Akasya’nın belleğine imzalarını bırakıyor.

 

Bir Disko, Bir Fırın, Bir Efsane

1981 yılında Akasya Cafe-Bar olarak açılan mekân, kısa sürede adanın en canlı noktalarından biri haline geliyor. Başlarda bambu masalar, küçük bir bar… Derken Nino Varon’un öncülüğüyle müzikli geceler başlıyor. Nilüfer’den Mazhar Alanson’a, Ada’nın sanatsever cemiyetine ev sahipliği yapıyor Akasya. Bir zamanlar çocuklara alkolsüz disko partileri düzenleyen mekan, hafta sonları sanatçılarla dolup taşan bir gece hayatı noktasına evriliyor.

Akasya’nın bir başka efsanesi ise, Akasya Fırını… Mehmet ve Cemal Durmuş’un öncülüğünde, Lale İşkembecisi’nden fırıncılığa geçen ailenin bu kararı, adanın o yıllardaki en büyük ihtiyacına cevap oluyor. 1986 yılında kurulan Akasya Fırını, meşhur “çikolatalı tost” uyla efsaneleşiyor. Öyle ki, ünlü bir köşe yazarının “Büyükada’ya gelip de Akasya’nın tostunu yemeden geçmek olmaz,” demesiyle, tost İstanbul’un dört bir yanından gelen ziyaretçilerin de gözdesi haline geliyor.

 

Kadın Eliyle Yeniden Doğan Mekân

Yıllar geçtikçe Akasya da ada gibi değişiyor. İşletme, 2000’li yıllarda Mehmet Durmuş’un kızı Züleyha’ya devrediliyor. Karadenizli ataerkil aile yapısına rağmen, Durmuş kardeşlerin “Neden olmasın?” diyerek destek verdiği Züleyha, sabahın altısında gelip mekânını kendi elleriyle temizleyen, her detayıyla ilgilenen güçlü bir kadın olarak Akasya’yı bugüne taşıyor. Bugün Akasya, sadece bir restoran değil, Durmuş kardeşlerin izini taşıyan bir adanın, bir şehrin değişmeyen güvenli limanı.

 

Emekle yoğrulan bu efsane, bugün 10’dan fazla işletmede, yüzlerce kişiye istihdam sağlayan dev bir yapı…

Üç kardeşin alın teriyle büyüyen bu mekân, nesilden nesile aktarılmaya devam eden bir hatıra olmasının yanı sıra sadece bir mekân değil, büyük bir kolektif yapı olarak 10’dan fazla işletme ve 160’dan fazla çalışanıyla adaların ruhunu ve özgün dokusunu koruyarak kaliteli hizmet anlayışını yaşatmaya devam ediyor. Akasya işletmelerinin lezzetlerinden dekoruna kadar her detayında, adaya ve anılara saygı var. Bugün Akasya, sadece geçmişin değil, geleceğin de en güzel hikâyelerinden birini yazıyor..